Prof. Dr. Murat Ali KARAVELİOĞLU
Tarlanın kenarında durur,
Kışları kurur,
Üstüne kardan bir
Örtü bulur.
Zaman ve mekân; insanoğlunu bürüyen, hayatını şekillendiren, bu şekillendirmeyi de derin izler bırakarak yapan iki arkadaş, Allah’ın nizamından iki yansıma ve O’nun iki lütfudur. Biri akıp gider, gezer dolaşır döner, yine akar; diğeri ise sadık bir dost gibi durduğu yerde durur, bekler. Değişir, güzelleşir, çirkinleşir, eskir, yenilenir, yaşlanır. İnsanın hayatı da böyledir. Gâh durağanlaşır, gâh hızla akar, koşar. İnsan için her ikisinin de -farkına varsın varmasın- bir önemi, bir tesiri vardır. Hele belli bir yaşa erişince insan, tükettiği zamanı ve uzak kaldığı mekânları özlemle anmaya, aramaya başlar. Bilhassa çocukluk yılları, bu dönemin geçirildiği yerler; hayatın iniş çıkışları, aile sorumluluğu, iş yoğunluğu, yakınlarını ve sevdiklerini kaybetmeye başlaması gibi sebeplerle daha çok özlenir. Çocukluk, hele de güzel geçirilmiş bir çocukluk, gerçekten de hayatın en özlem duyulan dönemidir. Doğrusu benim de ülkemin pek şirin bir kasabasında, İnönü’de doyasıya yaşadığım, bu yüzden de özlemle anıp aradığım bir çocukluğum oldu. Bunu, hayatının uzun yıllarını büyük şehirde geçirmekte bulunan birinin hissiyatı sevkiyle gazetemizde bir yazı dizisi ile paylaşmak istedim. Böylece hem akranım olan nesle, hem de çocukluk yıllarını dijital dünyaya esir etme talihsizliğine müptela yeni nesillere, hatta belki bizden çok daha dolu, çok daha masum çocukluklar geçirmiş büyüklere bir hediye sunmayı arzuladım.
İnönü’de, şimdi Ali İhsan İlkbahar Bulvarı olarak bilinen yolun eski resmî adı Girne Caddesi’ydi; ancak halk bu yola “Sığır Yolu” derdi. Çünkü sabahın erken saatlerinde meraya çıkan büyük baş hayvan sürüleri bu yolu kullanır, akşamüzeri de yine bu yoldan dönerdi. Kışın daima çamurlu olan yolda yazın kalın bir toz tabakası olurdu. At arabası, traktör vb. geçtiğinde ortalık toz duman olur, sığır sürüsü geçtiğinde de sürünün kokusu uçuşan toz bulutuna karışırdı. Hele toz tabakasının üzerine bir de yağmur yağarsa belki de bebek kokusundan sonra insanın dünyada duyabileceği en hoş koku, toprak kokusu çocuk dimağlarımıza yerleşirdi. Günümüzün modern insanının bırakın şehirde, kasabada bile bu kokuyu duyması kolay değildir.
Sığır Yolu’nun, karayolu istikametine doğru gidilirken sol yanında bugün dahi tarla olan kısmı bizim için yaz aylarının en güzel oyun alanlarından biri idi. Yolun kenarında gölgesi sabahleyin tarlaya, akşamleyin ise yola düşen bir ağaç vardı: Erik Ağacı. İnsan bir ağacı özler mi, hadi özlesin de bir yazıya konu eder mi diye sorulabilir; fakat benim için ağaçtan çok öte bir şey olan erik ağacı, özlemek şöyle dursun, hakkında şiir yazılası bir hatıradır. Nitekim yukarıdaki mısralar işte o ağacı anlatır. Sığır Yolu çift yönlü asfalt bulvar oluncaya kadar dimdik ayakta duran ve bazı seneler dinlenip meyvesini daima veren erik ağacı, yol düzenlemesiyle eğrildi, eğildi ve hayatiyetini yitirme noktasına geldi. Bugün İnönü’ye gittiğimde neredeyse hiç meyve vermeden duran ağaca bakıyor; bu hâlinde kendi ahvalimizi görüp üzüleyim mi, hâlâ var diye sevineyim mi bilemiyorum.
Erik ağacının benim hayatımdaki yeri dallarında, gölgesinde oynamamdan, vakti geldiğinde meyvesini yememden ibaret değildir. Belki sokak hayatımızın merkezi olmasıdır. Mezarbaşı mevkiinden gelip evlerden karışan sularla büyüyen, bahçe ile tarlanın köşesinden kıvrılıp tarlayı öte kenarından kuşatarak taa Sarısu’ya ulaşan bir dere vardı o yıllarda. Yaz akşamları doğa orkestrasının tabii üyesi kurbağaların yuvası olduğundan biz ona Kurbağalı Dere derdik. Baharın gelişiyle dere boyu yeşerir, şimdi pek göremediğim kavgan otu, dere boyunu bir şerit gibi kuşatırdı. Bir de kavganların arasında kendisini göstermeye çalışan ısırgan otları olurdu ki onlar başka bir yazının konusudur. Ot deyip geçmemeli, çocukluk yıllarımın iki vefalı oyuncakları idi bunlar.
Kavgan otu, çalı gibi boylu posludur ve yazın gelmesiyle kurumaya başladığından biz çocukların işine de bu hâliyle yarar. Çünkü uzun yaz günlerinde zamanımızın çoğunu kavgan çadırlar yapmakla tüketirdik. İnsanın bir hedefi olması ve bunu başarmak için kızgın güneşin altında didinmesi hayatın kendisini anlatmıyor mu? Bir çiftçinin, fırıncının yahut taş işçisinin, bir inşaat ustasının, çobanın veya ırgatın hayatı ile o masum çocukluk hayatımızın kabil-i kıyas bir yanı olduğunu düşünüyorum. Zira kavganların kökünden sökülüp çalı destesi gibi yığılarak taşınması, ince ve kısa dallarının budanıp bir mızrak hâline dönüştürülmesi, fasulye sırıkları gibi dizilmesi minik bedenlerimiz için bir hayli yorucu olurdu. Hele onlardan bizim için harikulade bir mimari eser demek olan yapıyı vücuda getirmek her türlü yorgunluğa değecek türden bir başarı demekti. Bu eserin adı “cerge” idi. Üzülerek söylemek gerekir ki günümüzün dijital teknoloji dünyasında genç hemşerilerim cergenin ne olduğunu bilmedikleri gibi şehirli yetişkinler de bilmezler. Günlük konuşma dili kelime kadromuzun üç yüzün altına düşmüş olmasında tek suçsuz cerge ve arkadaşlarıdır.
Cerge, Anadolu’nun çok eski Türkçe kelimelerinden biridir ve kısaca çadır demektir. Ancak kelimeler nüanslarıyla yaşarlar ve bu ince detaylar da günlük hayatta kullanıldıkları ölçüde bilinirler. İnönü şanslıdır; dışarıdan tarım işçileri gelir, çadırlarını kurarlar. Çocuk bunu görür, çadırın ne olduğunu bilir. Şehirlerde sirk çadırları kurulur, iftar çadırları kurulur; şehirli çocuk da bunu görür, bilir. Ama hayır, bu da yetmez; çünkü cergede çadırda olmayan bir şey vardır. Çadırda kalınır, barınılır, evdeki hayatın bir benzeri yaşanır. Mevsimlik de olsa çadırda sosyal hayatın bir yönü akar. Oysa cerge öyle değildir; küçüktür, gariptir, tek başınadır, bir koloni oluşturmaz. Üstelik ya bir iki saatlik bir zarurettir yahut üç beş saatlik oyun alanı. Altında gölgelenilir, soluklanılır, olmadı yağmurdan kaçılıp varılır. İnsanın işi bitince de terkedilir. İtina ile toplamak akla gelmez, daha doğrusu cerge buna lâyık görülmez. İşte bizim çocuk yüreğimiz cergeyi yaşatırdı. Bir ara işi o kadar ilerletmiştim ki kavgan cergeye ev düzeni vermeye kalkışmış ve içinde bir oda ve mutfak ayrımına gitmiştim. Saatlerce süren kavgan toplama, budama işi bir yuvaya dönüştüğünde gün akşama döner, içinde şöyle rahatça oturmaya zaman kalmazdı. Olsundu, iş cerge yapmaktaydı, içinde oturmak karşılık beklemek gibi olurdu. Zaten babamız buna müsaade etmezdi. Şöyle ki, akşam olur, hava kararır ve babamızın sesi duyulurdu: “Daha akşam olmadı mı?!” yahut “Sen ezanı duymadın mı?!” Toz toprak içinde, terimize karışan tozun bıraktığı izlerle eve dönerdik. Yetişkin insan hayat yorgunu oluyor ve bu yorgunluk daima acı, acıtıcı ve bazen ağır geliyor; hâlbuki çocukluğun yorgunluğu bile tatlıymış, bilmedik.
Cerge işinde kullandığımız malzeme kavgan otunun kuru ve sert gövdesinden ibaret değildi. Daha koyu bir gölge elde etmek, yaz yağmurundan daha iyi korunmak için yem çuvallarını kullanırdık. Babamın, eski rakamlarla hesap yapışını hiç unutamadığım ve “boş çuval alır, boş çuvaal!..” naraları hâlâ kulaklarımda çınlayan çuvalcı dedeye satmak için biriktirdiği çuval demetinden gizlice aşırdığım birkaç tanesini keski ile ayırır, geniş bir örtü haline getirdikten sonra cergenin etrafına dolar, tavanına sererdim. Aşırmada aşırıya kaçmışsam kalanını zemine serer, eserimi dayalı döşeli bir eve benzetmenin haklı gururunu arkadaşlarımla doyasıya yaşardım.
Bin zahmetle yaptığımız cergelerin akıbetine gelince… İşte bu sahiden de acıtıcı olurdu. Güçsüz bedenimizle yere sabitlemeye çalıştığımız kavganları yaz akşamlarının serin esintileri söküp atmazdı, Allah bize merhamet ederdi; fakat insanoğlu öyle değil! Genellikle yaşça biraz daha büyük olanlar oyunumuzu çekemez, hava karardıktan sonra küçük dünyamızın yegâne eserini yerle bir ediverirlerdi. Eminim cergeyi yapan kadar yıkan da zevk alırdı ve bu dahi çocukluğa dâhildi. Bu kez ter yerine gözyaşlarımız toza karışır, ardından yenisi için motive olurduk. Hatta bir gün çocukluk arkadaşım Hasan ile bir olmuş, bugün yerinde yeller esen Osman Pınarı’nın ayağından akan cılız derenin bereketiyle bahçenin kenarında büyüyen söğüt dallarını koparıp bir cerge yapmıştık. Akşam olunca cergeyi gecenin karanlığına gizleyerek evlerimize dağılmıştık. Akşam geceye dönerken bahçenin sahibesi gelip hesabını sormaya kalkmaz mı?! Korkudan nereye gideceğimi bilememiş, babam beni bulamasın diye hangi divanın altına saklanacağımı şaşırmıştım. Sonunda masum çocuk dünyamda bir bahane bulmuştum dalları kesmemize ve “aslında budamak istemiştik!” deyivermiştim. Demek hayatın bir kesiti olan çocukluk da kendi içinde bir yaşam barındırırmış; tıpkı güneşin her batışından sonra yeniden doğacak olması gibi.
Bizim cerge ile uğraşmamız erik ağacını mahzun ederdi. Çünkü kendisinden birkaç adım da olsa uzaklaşmış olurduk. Ne ki sıcaktan bunaldığımızda kendisini hatırlardık da gönlünü alırdık. Hoş, bunda bile insanoğluna has bir menfaat maddeciliği hissedilirdi. Annelerimizin veya ninelerimizin margarinli -hele bir de üzerine salça veya toz şeker sürülmüşse âlâ olurdu; çokokrem gibi şeyleri öğrendiğimizde çocukluk bizden geçip gitmişti- kalın ekmek dilimini yemek için gölgesine sığındığımızı bilir, yine de hiç belli etmezdi. Bugün geriye dönüp baktığımda ağaçtaki vefanın insanda olmayışını görüyor, bu kez ben hüzünleniyorum. Vefa deyince sahi bir de Patroş var. Benim duruşu sessiz, ağlaması sessiz, bekleyişi sessiz ve ölümü sessiz köpeğim. Bize refakat etmek için gece uykusuzluğunu unutan bu vefalı arkadaş; sabahleyin mesaisine bizimle başlar, işin her safhasında yanımızda olur, erik ağacının yalnız kaldığını düşündüğünde varıp altında biraz öğlen uykusuna dalar, nihayet eve benimle dönünceye kadar küçük kalbime büyük bir vefa duygusu akıtırdı. Ne ki ben bu duygunun insan hayatında ne denli az yer kapladığını kırkıma vardığımda anlayabilecektim.
İşte zaman ve mekân mefhumları, mutlu geçirilmiş çocukluk çağlarının değişse de eskimeyen iki parıltısıdır. İnsan bunları gâh unutmak ister, gâh hatırlamayı arzular. Doğrusu unutmak da hatırlamak da iki ilahi nimettir. İnsan kötü hatıraları unutmasa hayat ne dayanılmaz olurdu ve güzel yaşanmışlıkları hatırlayınca aynı hayat ne de yaşanası oluveriyor. Eskiler mekânı bedenle, zamanı ise ruhla bir tutmuşlar; yani madde ve mana… Kâinatı ve bütün bir varlığı mayalayan iki âlem. Nasıl ki insan bu dünyada bedensiz de ruhsuz da kabil değil olamaz, zamansız ve mekânsız da işte öyle yok hükmündedir.
Zamanın ruh ikliminde mekânın billurlaşmış akislerini çeşit çeşit parıltılarıyla hatırlamak üzere…